Son yapılan araştırmalar, raporlar ve veriler ışığında: Üniversiteler yüz yüze eğitim için gerekli hazırlıkları yaptı mı? Resmi veriler ne kadar gerçeği söylüyor?
(23 Eylül 2021 tarihinde Açık Radyo’da Salgınlar Çağı programında yayınlanmıştır.)
Özdeş Özbay: Günaydın Osman bey, günaydın Kayıhan bey!
Osman Elbek: Günaydın!
Kayıhan Pala: Günaydın!
ÖÖ: Evet bugün ne konuşuyoruz?
OE: Geçen hafta Açık Gazete’nin tatilde olması dolayısıyla 14 günlük salgın epidemiyolojisini gözden geçirebiliriz. Bize daha net veriler sunacaktır 14 günlük değerlendirme. Dünyaya baktığımız zaman geçtiğimiz iki haftada vaka sayılarında bir azalma var. Bu hafta %9 oranında vaka sayısı azaldı dünyada. Tabii aşının etkisin göz ardı etmemek gerekiyor bu vaka sayılarının azalmasında. Ancak aynı olumlu haberi Türkiye için ne yazık ki veremiyoruz. Türkiye bu haftayı 26 binin üstünde günlük vaka sayısı ile geçtiğimiz haftaya göre %16’lık bir artışla -ki geçtiğimiz haftayı da artışla geçirmiştik- dünya dördüncüsü olarak geçirdi. Amerika, Hindistan ve Birleşik Krallık’ın arkasından T.C. dördüncü en yüksek vaka sayısında olan ülke. Diğer üç ülkenin -Amerika, Hindistan ve Birleşik Krallık’ın- aksine onlarda haftalar içerisinde vaka sayılarında azalma varken Türkiye’de geçtiğimiz hafta da bu hafta da %15-20’ler düzeyinde bir artış var. Hızla test pozitifliği konusunda birkaç cümle söyleyip Kayıhan’a da yorum için bırakmak istiyorum sözü. Türkiye 15-21 Eylül haftasını 340 binin üstünde günlük test sayısıyla geçirdi ki bunun anlamı her 1000 kişiye daha önce yaklaşık üç civarında test yapıyorduk, bu oranı 3,5-4’e kadar yükselttik. Bu artış olumlu tabii. Şüphesiz zorunlu PCR incelemelerinin bunda katkısı var. Ancak ciddi bir sorunumuz var; test pozitifliğimiz %8.1 bu hafta. Biliyoruz ki %5’in üstünde test pozitifliği yeterince test yapılmadığını, salgının kontrolde olmadığını gösteriyor. Bizimle benzer bir oranda, nüfus oranında test yapan Rusya’da test pozitifliği %4; bizden yarı yarıya daha düşük. Öte yandan Danimarka çok ilginç bir ülke; çok yüksek aşılanma oranına ulaştı ve önlemlerini kaldırdı. Her 1000 kişinin 12’sine test yapıyor Danimarka, bizim yaklaşık dört katımız yapıyor ve test pozitifliği %1. Birleşik Krallık ise her 1000 kişiden 15 kişisine test yapıyor, bizim yaklaşık beş katımız ve Birleşik Krallık’ta test pozitifliği %3. Bizim gibi yüksek test pozitifliğine sahip dünyada yegâne ülke ABD. Son olarak aşıya dair birkaç cümle söyleyeyim: İki doz CoronaVac tam aşılı olmamasına rağmen bugün itibariyle onları saysak dahi toplumumuza oranla %50’ye ulaştık -ki CoronaVac da üçüncü dozu olmayan kişi sayısını hâlâ bilmiyoruz. Aşı bağlamında eğitim alanı çok önemli: Çin geçtiğimiz hafta açıklama yaparak çocuklarda ve eğitim emekçilerinde aşılama oranının %90’ı aştığını ifade etti. ABD’de ise eğitim çağındaki çocuklarda %50’yi buldu. Bizde bu aşılama oranları çok çok uzak ve 1500’ü aşan öğrencimizde, 300’ü aşan öğretmenimizde -PCR veya hızlı test takipliği olmamasına rağmen- vaka var. Özetle; dünyada salgını hızla artan ve kontrol altına alamayan bir ülke pozisyonundayız. Ne dersin Kayıhan, ölümleri ayrıca konuşuruz diye düşündüm...
KP: Evet Osman çok haklısın. Bu aynı zamanda bizim yıllar önce sağlık sisteminin ticarileştirilmesinin ne kadar kötü sonuçlara yol açabileceğine ilişkin öngörümüzü de doğruluyor. Sen Türkiye ve ABD’den test pozitifliğiyle ilgili örnek verirken bu geldi aklıma. Dünyada bu pandemiye karşı iyi yanıt veren ülkelerle iyi yanıt vermeyen ya da veremeyen ülkeler arasında çok ciddi sağlık sistemi farklılıkları var. Bunların başında da birinci basamak sağlık hizmetlerinin yeterince desteklenmesi ya da desteklenmemesi ve sağlık sisteminin tamamen ticarileştirilmesi, sağlık hizmetlerinin metalaştırılması kavramları var. Bunları niye söylüyorum? Örneğin Türkiye senin, benim, bir sürü insanın, TTB’nin, Toraks Derneği’nin, KLİMİK gibi derneklerin yaklaşık 1,5 yıldır söylediği salgınla ilgili yönetsel yaklaşımları benimsemiyor. Bunlardan bir tanesi de test politikası, test politikasında hem yalnızca semptomu olanlarla sınırlı bir anlayış var, hem de örneğin hızlı testlerin, tarama testlerinin bir türlü hayata aktarılmamasıyla ilgili bir anlayamadığımız tutum var. Oysa okulların açılması kadar okulların açık tutulmasının da örneğin çok önemli olduğunu uzun zamandır vurguluyoruz. Batıda okulları açık tutmakla ilgili alınan bir sürü önlemin yanı sıra test politikasında da tarama testlerinin yaygın kullanılmasıyla ilgili bir yaklaşım olduğunu yine bu programlarda da birçok kez dile getirdik. Üzülerek söylemek gerekir ki Türkiye’de Covid-19 salgını iyi yönetilemiyor. Bu konuda bizi dinleyenler kapsamlı bir değerlendirmeyi dün KLİMİK derneği tarafından yayınlanan Covid-19 sempozyumu sonuç bildirgesinde görebilirler. Ben oradan yalnızca bir-iki satır okuyayım Osman. Pandemi yönetiminin başarısı için şeffaflık ve güvenin şart olduğuna vurgu yapıyor KLİMİK derneği çok doğru bir şekilde ve şöyle bir cümleyi de bu bildirgeye eklemişler: “Ülkemizde verilerin açık bir şekilde paylaşılmıyor olması salgının yönetim ve kontrolüne büyük zarar vermiştir”. Dolayısıyla bir yanıyla bu salgının iyi yönetilememesi diğer yanıyla da test politikası vb. yaklaşımların eksikliği, az önce senin de söylediğin Türkiye’yi maalesef dünyadaki eğilimlerin tersine olgu sayısının arttığı ve artma eğiliminin yüksek olduğu bir dönemle buluşturdu. Ölümleri de bununla birlikte değerlendirmek gerekecek.
"İstanbul’u Türkiye’nin Vuhan’ı kabul ediyorduk"
OE: Evet, Türk Klinik Mikrobiyoloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Derneği’nin sempozyumu ve sonuç bildirgesi çok önemli. Tek bir vurguyu ekleyip devam edeyim oradan. Tedavi kısmıyla bir klinisyen olarak ilgilenmem nedeniyle çok haklı olarak sağlık bakanlığının rehberinin şu an geçersiz kaldığı, dünyada kanıta dayalı, etkili tedaviye yönelik yeni geliştirilmiş ilaçlar Türkiye’de yokken etkisiz ilaçların filyasyon adı altında Favipiravir etken maddeli ilaçların verildiğini özel olarak vurguluyor. Zannedersem tedavi başlığını da ayrı bir kapsamda ele almamız lazım. Ölümler ise daha ürkütücü; çünkü DSÖ’nün açıkladığı resmi ve doğrulanmış verilere göre her gün 245 yurttaşımız ölüyor Covid’den Türkiye’de. Ama gayri resmi veriler, işin gerçekliği ve hakikatini göstermeye çalışan gayri resmi veriler daha ürkütücü. 1 Mart 2020 – 31 Ağustos 2021 tarihleri arasında CHP’li 11 büyük şehir, 10 il belediyesine ait verilerde bulaşıcı hastalık Covid-19 tanılı 64 bini aşan ölüm varken, tüm Türkiye’de aynı tarihlerde 56 bin açıklanmış vefat sayısı vardı. Ülkenin yarısını oluşturan belediyelerdeki ölüm sayısı ülkenin tümünden sekiz bin kişi daha fazla. Türkiye projeksiyonu ise gerçek ölüm sayısının 130 binin üstünde olduğunu gösteriyor. Öte yandan Güçlü Yaman, biliyorsunuz öteden beri fazladan ölümleri izliyor, onun Türkiye projeksiyonunda 184 bin ölüm var. Ben İstanbul’dan tek bir rakam verebilirim: 31 Ağustos – 14 Eylül tarihleri arasında son 14 günde Covid-19’dan ölen kişilerin toplam definlere oranında bir artış var. Son iki haftayla kıyasladığımız zaman %15’den %18’e çıktı Covid-19 ölüm oranı İstanbul’da. Hani yüksek ölüm trendi daha da çok artıyor ki biz İstanbul’u Türkiye’nin Vuhan’ı kabul ediyorduk ama söz konusu rapor başka bir gerçeği işaret etti değil mi Kayıhan ölümler konusunda?
KP: Evet Osman, CHP biliyorsun 21 belediyeye ilişkin, kendisinin yönetiminde bulunduğu 21 belediyeye ilişkin zaman zaman ölümlere ilişkin değerlendirmeler yapıyor. Daha önceki kapsamlı değerlendirmesini birinci yılda yapmıştı. Şimdi 1,5 yıl geçtikten sonra kamuoyuna açıklanan rapor bize önemli veriler sundu senin de söylediğin gibi. Bu verilerden bir tanesi de örneğin toplam ölümler içerisinde ölüm nedeni bulaşıcı hastalık ya da Covid olanların oranının %19,1 olması. Yani her beş ölümden birisi bu 21 ilde Covid-19 nedeniyle olmuş. “Bulaşıcı hastalık” diye geçiyor ama yani sen de ben de biliyoruz, Türkiye’deki enfeksiyon hastalıkları uzmanları da biliyor; şu anda Covid-19 dışında ölümlere yol açan ciddi bir bulaşıcı hastalık söz konusu değil. Bu açıdan rapor çok önemli. Yine senin vurgu yaptığın sağlık bakanlığı tarafından, Türkiye’nin Vuhan’ı olan diye nitelenen İstanbul’un aslında bulaşıcı hastalık ölüm hızı söz konusu olduğunda bu 1,5 yılda bu 21 yıl içerisinde dördüncü sırada olduğu gösteriliyor. Birinci sırada Tekirdağ var, onu Bolu ve Kırşehir takip ediyor, sonra İstanbul dördüncü sırada. İstanbul’dan sonra Hatay, İzmir, Adana diye devam ediyor. Bu raporun önemli özelliklerinden bir tanesi de uluslararası veri tabanlarında Türkiye’de bir milyon kişi başına ölüm hızının aslında ne kadar eksik olduğunu yansıtması. Çünkü söz konusu tarihlerde, Türkiye uluslararası veri tabanlarında sağlık bakanlığının bildirdiği sayılara göre bir milyon kişide Covid-19 ölümünün 667 olarak gündeme geldiğini görüyoruz. Oysa yalnızca bu 21 ilin verisi söz konusu olduğunda bu bir milyon kişideki 667 sayısı birdenbire 1589’a çıkıyor. Bunu bütün topluma uyarlayacak olursak Türkiye’nin bir milyon kişi başına düşen ölümlerde dünyada en fazla ölümün görüldüğü ülkeler listesinde bayağı ön sıralara yükselebileceğini görüyoruz ki bu da gerçekten hepimizin uzun zamandır vurgulamaya çalıştığı bu pandeminin yükünün ülkemize ne kadar ağır olduğu gerçeğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
OE: Zaten Kayıhan, Türkiye dünyanın nüfus açısından 18. ülkesi olmasına rağmen mevcut resmi vefat sayılarımızda ne yazık ki dünyada sekizinci sıradayız. Bu eksik açıklamaya rağmen vaka sayısı ve ölümlerin yüksekliği Türkiye’de Covid-19 pandemisinin ne kadar yıkıcı olduğunu ve bu anlamıyla KLİMİK sempozyumunun sonuç bildirgesine bir kere daha atıfta bulanarak aşı ve aşı kadar nonfarmakolojik önlemleri tekrar hayata geçirmenin ne kadar ihtiyaç içerisinde olduğumuzu gösteriyor. Bu vesileyle ifade edelim; aşı konusunda herkesin kafasında bir taraftan da şu üçüncü doz ve ardından gelen dördüncü doz var. Ne yazık ki hâlâ Türkiye verisine sahip değiliz, gerçek anlamda veriye dayalı bir yorumda bulunamıyoruz ama geçtiğimiz hafta içerisinde iki kurum, biri 9 Eylül Üniversitesi, ikincisi de üyesi olduğum Türk Toraks Derneği kısıtlı sayıda da olsa aşıya dair birtakım veriler açıkladılar. Bu veriler tabii Türkiye’ye projekte edilmesi, Türkiye’nin tümünü kapsaması açısından mümkün değil ama en azından bu verilere dayanarak, hani pek çok kişinin bence haksızlık ettiği “CoronaVac çöpmüş, hiçbir işe yaramamış, sıfırdan aşılamaya başlayalım” cümlesinin doğru olmadığını ortaya koyuyor. Her aşının çok değerli olduğunu, aşıların birbirleriyle yarıştırılmaması gerektiğini, aşıya ulaşmanın ve özellikle gebeleri bu dönemde aşılamanın çok kritik olduğunu vurguluyor açıklanan veriler. Bu bağlamda okulları tekrar okul aşılama politikasıyla bir kere daha gözden geçirmemiz gerektiğini vurguluyor ama dördüncü doz konusunda nihai kararı verebilmek için Türkiye Cumhuriyeti’nin elinde bulundurduğu verileri çok hızlı, ivedi olarak açması ve ona göre karar vermemiz gerektiğini gösteriyor bence. Sen ne dersin Kayıhan?
"Her aşı değerli"
KP: Çok haklısın Osman. Bir kere, hani toplumun bilmediği ama bilim insanlarının ve bu alanda eğitim almış olanların bildiği bağışıklık mekanizmaları var. Yani yalnızca aşıyı verdikten kısa bir süre sonra yapılmış araştırma sonuçlarıyla bu süreci değerlendiremeyiz. O yüzden aşıların etkinliği ile toplumdan elde edilmiş verilere bağlı olarak etkililiği farklı kavramlar. Biz aşıların etkinliğini faz üç sonrasında yapılmış çalışmalara dair verilerle biliyoruz ama etkililikle ilgili Türkiye verilerini maalesef bilmiyoruz. Bu yüzden de hem iki BioNTech olmuş olanlar için üçüncü aşıyı hem de iki Sinovac sonrasında bir BioNTech olanlar için dördüncü aşıyı tartışmakta zorlanıyoruz. Şöyle bir şey düşün Osman; dünyada örneği olmayan bir şeyi yaptık, iki tane Sinovac’ın üstüne çok yaygın bir şekilde bir BioNTech uyguladık. O zaman dünyada örneği olmayan böyle bir şey için bu kadar yaygın uygulamanın sonrasında kamuoyuna veri açıklamamız lazım.
ÖÖ: Ben de aslında tam bunu soracaktım, çok iyi oldu şimdi sizin bunu söylemeniz.
KP: Yani bunu açıklamadan doğal olarak ben de iki Sinovac üzerine bir BioNTech yapılmış olan yurttaşlardan birisiyim. Şimdi dördüncü aşıyı yaptırayım mı yaptırmayayım mı? Bu soruya yanıt verebilmek için elimizde toplum verilerinin olması gerekir. Bunlar olmaksızın “bu aşıyı ol ya da olma” demek doğru değil. Ama iki noktanın altını çizelim çok haklı bir şekilde; ülkemizde aşılar konuşulurken son zamanlarda özellikle epidemiyoloji bilimi kavramından yoksun kişilerin değerlendirmeleri üzerinden sanki Sinovac aşısı hiçbir işe yaramamış gibi bir algı yaratılmaya çalışılıyor. Bu doğru bir yaklaşım değil, gerçekten her aşı değerli. Sinovac’la BioNTech karşılaştırıldığı zaman BioNTech’in koruyuculuğunun daha yüksek olduğunu elimizdeki verilere dayalı olarak söyleyebiliriz, bu önemli bir kavram. Bir başka mesele de şu; Türkiye ağırlıklı olarak üçüncü ve dördüncü dozu tartışmak yerine bugün halen tam aşılı olan nüfusunun halen düşük olduğu kavramını öncelikle tartışmalı. Yani sağlık bakanlığı tekrar haritayı değiştirip iki dozlu olanlar üzerinden bir renklendirme yaptı ama orada yine bilimle bağdaşmayan 18 yaş üstü nüfusa göre bir oran veriyor. Yani bakarsanız %70’e yaklaşıyor şu anda Türkiye’de iki aşı olanların oranı. Oysa Türkiye nüfusuna oranladığınızda, ben az önce baktım henüz %51, üstelik Osman’ın vurgu yaptığı iki Sinovac yapılmış olanların tam aşılı sayılmayabileceği yaklaşımından yola çıkarsak, bunların sayısının da bir bilim kurulu üyesinin açıklamasına göre yaklaşık altı milyon olduğu biliniyor. O zaman Türkiye’de tam aşılı diyebileceğimiz nüfusun oranı %44 civarında. Şimdi %44’lük bir tam aşılı nüfus oranını öncelikle tartışmayıp üçüncü-dördüncü doz meselesine ağırlık verecek olursak ülkenin bu pandemiye karşı vereceği yanıtı yeterince güçlü bir şekilde tartışmamış oluruz. Bunu vurgulamak isterim. Bu arada zaman kalırsa dünyadaki üçüncü doz önerilerinin arka planını da konuşabiliriz ya da gelecek haftaya bırakabiliriz.
"Barınılan mekanların da kamusal bir sorumluluk dahilinde tariflenmesi gerekiyor"
OE: İstersen onu gelecek haftaya bırakalım çünkü üniversiteler açılıyor; sen bir üniversitede de akademisyensin, benim görebildiğim kadarıyla milli eğitim bakanlığından daha hazırlıksız bir YÖK yapısına sahibiz gibi duruyor. Sınıfların kalabalıklığı, üniversitelerin yol haritasını, hani ülkeye örnek olması gereken üniversitelerin yol haritasının pek çoğu tarafından yapılmamış ve çoğunun da öğretim üyelerine ihale ettiği gibi bir tablo görüyorum dışarıdan. Sen içeriden nasıl görüyorsun? Öncelikle eğitim başladı, gözünüz aydın yüz yüze eğitim başka bir şey; öğrenci ile akademisyen arasında, her ikisini de yetkinleştiren bir faaliyet. Nasıl üniversitelerin alana yaklaşımı ve Covid-19 pandemisindeki yeri?
KP: Öncelikle şunu söyleyeyim; yüz yüze eğitime başlamaktan büyük bir memnuniyet duyuyorum ben. Öğrencilerle bir araya tekrar gelmek çok güzel gerçekten. Gerçi tıp fakültesinde bazı öğrencilerle kesintisiz olarak bir araya gelmemiz sürmüştü ama genel olarak, örneğin kuramsal dersler söz konusu olduğunda, bir süredir onlardan uzaktık. Bu çok güzel bir gelişme, ancak bu gelişmenin sürdürülebilmesi için pandemide olduğumuz gerçeğinden yola çıkarak bazı düzenlemelerin yapılması da şart. Ben hem ilkokul, ortaokul ve liselerde hem de üniversitelerde pandemi varlığı yok sayılarak gündeme gelen bir yaklaşımın ihtiyaca yanıt vermeyeceği kanısındayım. Çok basit bir örnek söyleyeyim Osman; eskiden olduğu gibi ders süreleri 45 dakika. Ders aralarını 10 dakika diye düşünecek olursak pandemiyi yok saymış oluruz. Oysa biz kapalı ortamda olabildiğince kısa süre kalınma yönünde bir eğilimin benimsenmesi gerektiğini düşünüyoruz çünkü bu hastalığın hava yoluyla bulaştığı artık çok net. Kapalı ortamların havalandırılması da bu açıdan büyük önem taşıyor. Hem ders sürelerini kısaltıp ders aralarını arttırmak hem de derslikleri havalandıracak ek önlemlere ihtiyaç var. Bu ek önlem alma meselesinde ben bir tutukluk görüyorum doğrusu. Umuyorum ki karar vericiler halk sağlığı ve epidemiyoloji biliminin ışığında karar verme yoluna bir an önce girerler yoksa “eğitimi bir süre sonra nasıl sürdüreceğiz?” tartışması yeniden karşımıza gelebilir. Ben o tartışmayı tekrar gündeme getirmektense bu yüz yüze eğitimi belli koşullarda sürdürmenin olanaklarını tartışmamız gerektiği kanısındayım. Örneğin tıp fakültelerinde amfiler mevcut öğrenci sayısına yanıt vermekten uzak ama pandemi varken yüz yüze eğitime başlayacaksak o zaman öğrencileri yarıya bölerek, örneğin gün aşırı yüz yüze derslere davet ederek geri kalanı için de o gelmediği gün çevrimiçi bağlanmasına olanak sağlayacak, derse katılımına olanak sağlayacak bir hibrit modeli gündeme getirmek daha doğru olabilirdi. Çünkü sen de biliyorsun, Türkiye’de bu sağlıkta dönüşümün ticarileştirme faaliyetlerinin arka planında aynı zamanda sağlık emek gücünün niteliğe bakılmaksızın çok büyük miktarda yetiştirilmesinde yatıyor. Bu yetiştirilme içerisinde nitelikle ilgili ciddi sorunlar var, bunu ayrıca konuşabiliriz ama bir yandan bu kadar yüksek sayıda öğrenciyi almışsın ve pandemi sürerken “hadi hepiniz birden yüz yüze eğitime gelin” diyecek olursanız bu bir süre sonra karşımıza bu hastalıkla ilgili sıkıntıları getirebilir. Dolayısıyla işin özeti pandemi, özellikle senin de başta söylediğin gibi, çok ciddi bir şekilde ülkemizde devam ediyor. Olgu sayılarının artma eğilimi öyle görünüyor ki önümüzdeki aylarda devam edecek. O zaman bu koşullara uygun bir düzenlemeyi ivedi olarak yapmak gerektiği kanısındayım.
OE: Bu vesile ile gençlerin “barınamıyoruz” itirazına ve çığlığına dikkat çekip yurtların da bir pandemi politikasıyla açık, şeffaf, izlenebilir bir şekilde sadece eğitim görülen değil barınılan mekanların da kamusal bir sorumluluk dahilinde tariflenmesi gerekiyor politika açısından. Üniversiteler kapısını açtı ya da çoğu açmak üzere çünkü... Yavaş yavaş sonuna doğru geliyoruz. Ben bu haftanın müziğini özel bir listeden seçtim. Biliyorsunuz geçtiğimiz hafta dünyaca ünlü müzik dergisi Rolling Stones tüm zamanların en iyi 500 şarkısı listesini güncelledi. 4000 şarkı arasından 500 şarkıyı seçti. Ben de o listeye üçüncü sıradan giren bir şarkıyı gündeme getirmek istedim. 1964’de yayınlanmıştı. Sam Cook, o dönemde ABD’de Louisiana eyaletinde beyazlara ayrılmış bir otele alınmaması üzerine şarkıyı yazmış ve yorumlamıştı. Şarkı tarihte o kadar önemli bir yer tuttu ki sivil haklar hareketinin sembol şarkılarından biri haline geldi. Hatta yakın zamanda Obama seçim kampanyasında bile kullanmıştı. Daha sonra da Amerika Kongresi kültürel miras olarak şarkıyı kabul etmişti. “Bir değişim gelecek” diyor, evet Türkiye’ye de uyar diye umut ediyorum. Uzun zamandır gelen, geldiğini hissettiğimiz sürecin, bir değişimin bu ülkede de geldiğini ve yakın bir zamanda her şeyi değiştirip daha iyi, daha sağlıklı, daha refah düzeyi yüksek ve demokratik kuralların işlediği bir ülkeye doğru ulaşma umuduyla Sam Cook “A change is gonna come” diyor. İyi haftalar diliyorum.
ÖÖ: Bu arada aslında seçtiğiniz şarkı çok iyi denk geldi çünkü yarın küresel iklim grevi var ve Greta da tam olarak bu sözü söylüyordu hatırlarsanız “siz ist Sam Cooce eseniz de istemeseniz de değişim geliyor” diyordu. Tam onunla da uymuş oldu küresel iklim grevi öncesi.
OE: Ne güzel!
KP: Evet geliyor gelmekte olan diyelim, hoşça kalın!
ÖÖ: Hoşça kalın! Haftaya görüşmek üzere.